Film başlıyor. Bir önceki filmin bittiği yerden. Kozadan yeni çıkmış yaratık,gemide dolaşıyor. Kesik planlar.
Film başlıyor.Katilin elleri.Satır satır,sayfa sayfa manifesto.Anlık görüntüler.Fonda agresif müzik.
Oyun başlıyor. Puzzle parçaları,isimlere dönüşüyor.Bulmaca.
Dövüş başlıyor. Sinir sisteminde ilerliyoruz. Bilinçaltı koridorları. Dust Brothers. Baş karakterin alnından damlıyoruz.
Panik başlıyor. Yüksek binalarının üzerine asılı yazılar. Kusursuz yapaylık, kasvet.
Film, Fincher görselliğini yüzümüze çarparak başlıyor. Tam gaz. Dikkatimizi çekmek için, değil bir sahne, bir saniye bile beklemeyecek. Derhal, o koyu atmosferinin içine çekiyor.
David Fincher filmlerinin, sırf ön jeneriklerinin bile, hatırı sayılır bir kitlesi var. Se7en’ın, Kyle Cooper imzalı açılışı, hem üzerinde neredeyse kare kare çalışılmış, yoğun ve yenilikçi bir görsel motivasyon olarak zihinlere kazınıyor, hem izleyiciyi unutamayacağı bir filmin tekinsizliğine davet ediyordu. ‘Panik Odası’nın, yönetmenin idolü Hitchcock’a gönderme yapan son model jeneriği, filmden daha çok beğenildi. The Game ve Fight Club’ta izleyeceğimiz özel dakikaları, bize, senaryonun alt metinlerine vur-kaç yapan, kafa patlatılmış, sıradanlıktan çok uzak jenerikler takdim etti. Fincher’ın filmlerindeki ilk imzası, şüphesiz açılış jeneriği.
Bu derece özenli ve detaycı bir sinemacının, 90’lar Hollywood’unun en önemli yönetmenlerinden biri sayılması şaşırtıcı değil. Ne de olsa, 2000’lerimizin Amerikan sinemasında sınırları zorlanan video klip estetiği, bugünkü popülerliğine, Fincher denen patavatsız dahinin, aykırı kompozisyon ve kurgu uygulamaları ile ulaştı. Modern zaman kabusları anlattı, karanlık ve karamsar düzeni sözünü esirgemeden yüzümüze vurdu. Dilinin kemiksizliği ve tavrına paralel kopkoyu sinema dili ile, ‘tek kullanımlık’ olmayan filmlere imza attı. Böylece ‘mainstream’ sinemanın kucağında, ‘kült’ olmayı başardı. Reklam ve klip kökenli teknik özgünlüğü ile, Fincher tarzı gelişti, serpildi, nihayet yarı belgesel kıvamına dayanacak kadar olgunlaştı. Fincher bir neslin elinde, gözünde büyüdü..
Film başlıyor. Finch, sekiz yaşında. Annesi, uyuşturucu ile mücadele eden bir rehabilitasyon merkezinde hemşire. Babası, Life dergisinde yazar. Oğullarını karşılarına alıp Zodiac’tan bahsediyorlar. Henüz, kurdukları cümlelerin, zamanla daha da değerlenecek bir yönetmenin, altıncı uzun metraj çalışmasının altyapısını oluşturduğunu bilmiyorlar. Yalnızca, ufaklığın yönetmen olmaya özendiğini gözlüyor ve 10 yaşındayken, ona ilk kamerasını alıyorlar.
Hikayeyi bu kadar erken başlatan, filmin gizemli yan karakteri. Fincher’ların evinin bir alt caddesinde oturuyor. Mahallenin bütün çocukları onu izliyor, ona özeniyor, büyüyünce onun hayatını yaşamak istiyor. On yaşında iken, David, karizmatik komşunun evinin önünden geçtiği bir gün; kapısının önünden gazetesini almakta olduğunu görüyor. Çekinerek ‘Merhaba’ diyor. Finch’e cevap vermek üzere döndüğünde, tanıdık bir yüz görüyoruz. Bu sahne, basit bir ‘cameo’ değil: O günlerde, George Lucas, farkında bile olmadan, sinema tarihine David Fincher’ı kazandırıyor.
On yıl sonra, Industrial Light&Magic şirketi. David Fincher, profesyonel kariyerine, ‘İndiana Jones and the Temple of Doom’ ve ‘Star Wars: The Return of the Jedi’ projelerinin özel efekt ekiplerine dahil olarak başlıyor. Bizlerse ona hayran olmaya klipleri ile başlıyoruz, farkında olmadan. Paula Abdul, Madonna, Aerosmith,George Michael, Michael Jackson, The Rolling Stones, Nine Inch Nails, the Wallflowers,A Perfect Circle’ın içinde bulunduğu müzisyenlerin en dikkat çekici klipleri ile. Janie’s Got a Gun klibinin sinematografisi hala bir başka. Wallflowers’ın Sixth Avenue Heartache klibinin yalnızca montajı üç ay sürüyor: Fincher kim olacağının sinyallerini veriyor. Fight Club’ın asi yönetmeni, kariyerinde reklam işleri ile yükseliyor. İronik mi? Fincher, reklam filmlerinin ‘bir ürün ve onu kullandığını söyleyen ünlü’ formülü kadar basit olmadığını, bir çok reklam filminin “sanat eseri” olduğunu söyleyerek savunmaya geçiyor. Hayatında pişman olduğu tek bir iş var..
1992 yılında, Fincher’in önüne, ilk uzun metraj filmi için, 50 milyon dolarlık bir bütçe konuyor. Kimine göre fırsat, kimine göre risk. İspatladığı ise, onun baştan ‘seçilmiş’ bir yönetmen olduğu. Ancak, Alien 3, gişede umduğunu bulamıyor. Fincher, serinin bu filminden herkesin nefret ettiğini söylüyor. Kimse onun kadar edemez. ‘Bir daha film yöneteceğime, bağırsak kanseri olmayı tercih ederim.’
Dört yıllık bir küslükten sonra, ‘se7en’ geliyor. Işık yok, renk yok, umut yok. Sürekli yağmur yağan, melankolik, güvensiz, hissiz, geleceksiz bir şehir. Film-noir. Gerilim, oyunculuk, görsellik ve yönetmenlik şovu gözünüzü kamaştırmadıysa, Fincher’ın düzenle bir derdi olduğunu daha bu filmden okudunuz. İzolasyon, bunalım ve psikolojik klostrofobi. Kendine yabancılaşmış yirminci yüzyıl insanına, depresif, kopkoyu bir eleştiri. Bir modern başyapıt; gelmiş geçmiş en iyi ‘seri katil’ filmlerinden ve en etkileyici finallerden biri. Oscar adaylığı ve ikinci filmden fanatikleşen, Alien’ı dahi kabullenen bir hayran kitlesi.
Artık her şeyi olan Fincher’a ne verilebilir? The Game ile, yönetmen, övgülerin bir kısmını kaybediyor. Sahip olduğunuz şeyler, size sahip olmaya başlar: Filmin yarattığı sözde hayal kırıklığının tek geçerli sebebi, Se7en’dan daha iyi bir film olmaması olabilir. Fincher, bizimle hep aynı oyunu oynuyor. Bu kez, her şeyi olan, ama ‘her şey’in ne olduğunu sorgulamayan bir adam üzerinden. Kişisel kaybetme ve özgürleşme öyküsü. Film her ayrıntısıyla sürüklüyor ve o alışageldiğimiz efsane Fincher finallerinden birine ulaşıyor.
Siz misiniz hala anlamayan.. Doğru hayat tarzını arayanlar, satanlar, kataloglardan seçenler. Dövüş Kulübüne hoş geldiniz. Uyuşturan tüketim kültürü, anlam arayışını yitirmiş tek tiplilik eğilimi, bireysel tanım yoksunluğu. İç huzursuzluk ve ‘gerçek’ deneyim arayışı. Felç bir kuşağın deşifresi. Anarşi. Chuck Palahniuk’un çarpıcı hikayesi, sarsıcı alt metinler ve kusursuz yönetmenlik: Bu, Fincher’ın yaşamının en büyük anlarından biri ve sen onu kaçırmamalısın.
Herkesin dövüşü öncelikle kendisiyledir. Fincher’ın filmografisindeki en az komplike, en uslu film, Panik Odası, eleştirmenlerin ‘..bir iyi, sonra bir kötü film, sonra bir iyi, bir kötü sırasıyla gidiyor’ yorumunda birleşmesine yol açıyor. Oysa, yönetmenlik ile ilgili en ciddi sıkıntısının son dakika aksilikleri ile mücadele etme zorunluluğu olduğunu içtenlikle dile getiren Fincher, bu filmde bayağı talihsiz. Görüntü yönetmeni ile yarı yolda ayrılıyor, Nicole Kidman sakatlanıyor ve yerine Jodie Foster geçince, Fincher titizliğinden nasibini alan senaryo baştan yazılıyor. Filmin aldığı tepkiler ters. Oysa, gerek her deliğe girip çıkan Fincher gözü, bir diğer imza sayılabilecek yakın plan kullanımı ve hızlı efektler ile, gerek tek mekan dezavantajını klostrofobi kozu ile kendi tarafına çeken yönetmenlik tecrübesi ile, çok olgun bir film. Fincher filmlerinin iddiasını taşımıyor, o kadar. İşareti ise, öfkeli değil ama aynı yöne doğru: Kendimizi hapsediyoruz.
Üç yıl sonra. Fincher’un yeni bir seri katil filmi çektiğini duyan herkes aynı şeyi hissediyor: İştah. Zodiac, Se7en kadar özel, Se7en’dan çok farklı. Fincher estetiğinden çok farklı. Katil, yönetmenimizin çocukluğunun öcüsü. Büyümüş de, 60’ların sonunda yaşanan olayları, belgesel kıvamında önümüze sunuyor. Mükemmel olmayı bırakıp gerçeklere dönüyor. Yine nörotik. Yine detaycı. Fincher’sal söylemi, toplumsal paranoya ve korku yayan medyaya doğru. Bu kez gösterişsiz, ağırbaşlı; teknik olarak mütevazi ve kendinden emin. Benzersiz.
“Yönetmenlik, mazoşistliktir” diyor. Film devam ediyor.
Acımasız ironileri var. Popüler kültüre hırçın sorguları, sert mizahı. Huzursuz karakterler ve kaos. Kahverengi, sepya, koyu yeşil, siyah bir dünya. Kopkoyu. Şiddet dolu. Şiddet senin kendinle kavganda, mağaranın derinliklerinde.
Film, seni yumrukluyor.
İçindeki hayvanı gösteriyor.
Elin yanıyor ve Fincher orada bir iz bırakıyor.